Düşünseli

Kaynak-mesaj-alıcı paradoksu

N’aaaber? Bu yazı aslında 6 sene önce yazıldı. Benzer şeyleri tekrar yazmak yerine, yazıyı günümüz durumuna ve düşüncelerime uygun şekilde revize etmek istedim. Bazı önemli kısımlar hala geçerliliğini koruyor nitekim. İlk halindeki girizgahta “biraz durağan bende işler, işler dediğim hem şu sigortalı-maaşlı olan hem de yaşamsal döngü” demişim. Şükür, hayatıma dair köprünün altından çok sular aktı, ama durağanlık da yer yer ata sporu gibi oldu. Eser miktarda durağan yaşamaya devam anlayacağınız.

Yazının başlığını ve ana hatlarını, muhabirlik yaptığım dönem bir habere giderken ortaya atmışım zihnimde. O günü tam hatırlamasam da, yazıyı revize etmeye devam ettikçe zihin sarayımdan bir şeyler önüme gelecektir. Zihin sarayı kısmına aklınız takıldıysa ona da başka bir yazıda değineyim. Şimdi; aklına ne geldi diye soruyorsun, biliyorum. Yaklaşın; yeniden anlatıyorum…

Aşkın gözü kör müdür?

Bloga hızlı bir giriş yaparak geri dönüşümü ilan etmiştim. Ancak 3,5 aydır nokta dahi koymamamdan anlayacağınız üzere, bu dönüş de sekteye uğradı. Aslında kafamı toplayamadım. Yazacak çok şeyim vardı, fakat bi’ şekilde sessiz çığlıklarla attım onları zihnimden.

Blogum kendi içinde bir ekole sahip olduğu için, her önüme gelen durumda buraya bi’ şeyler yazmak içime sinmiyor, hatırlarsınız. Bir dürtünün olması lazım. Bu dürtü de genelde bizzat şahit olduğum konular oluyor. Daha doğrusu vaktinde zihnimde yer etmiş, bi’ şekilde teyit edercesine tetiklenen konular. Sıradaki konuya hızlıca değinip başlayalım sohbete.

Yakın zamanda yayınlanan La Casa de Papel’in yan yapım dizisi olan Berlin. Aslında yazının bu La Casa de Blog yazısında olduğu gibi diziyle pek alakası yok. Sadece tetikleyici… Başlayalım.

Büyük adamın küçük dünyası

Kimileri “erkekler geç olgunlaşır” der, kimileri her zaman çocuk ruhlu olduğunu söyler. Ben belki, hatta eminim ki, bazı konularda geç olgunlaştım mesela. Üstüne üstlük çocuk ruhum da hala içimde epey kımıl kımıl yaşıyor. Ama insan dediğimiz varlık da zaten yaşadığı müddetçe büyüyen ve gelişen bir olgu değil midir? İster düşe kalka, ister göre duya. Bunun yöntemi ne kabiliyetle açıklanabilir ne de yöntemler için nesnel bir yargıya varılabilir. Neticede herkesin hayatı, bedeni, zihni, kalbi kendine. Önemli olan bence var olanı kabul edebilmek. Kendini tüm kusurlarıyla kabul edebilirken insan, hatta kendi yanlışlarına dahi sımsıkı sarılabilirken, neden bir başkasında gördüğü bazı şeyleri kusur addedip sırtını döner? Kapılar neden benliğimiz dışına bu kadar kolay kapanır? Bu konu, Küçük Prens’in yetişkinleri anlayamadığı gibi benim de asla anlayamadığım bir konu olarak kaldı öyle.

Nefes

Okuma ile yazmanın arasında sanırım yin-yang gibi bir bağ var. Ancak bu bende çok geçerli olmayabilir. Zira kendimde en çok eleştirip, düzene oturtmaya çalıştığım konu okumak. Ancak buna rağmen yazma konusunda fena sayılmam değil mi? Edebi bir kaygı gütmemekten de gelebilir bu. Velhasıl yazmayı seviyoruz diyelim. Sebebimiz var.

Ben önceki haftaki yazımda demiştim size, ne kadar sürdürebilirim yazmayı bilmiyorum diye. 2 hafta sonra yeni bir yazı için yeterli hormonlar salgılandı bile. Açtık muslukları, bakalım ne dökülecek. Cümlelerde bağ kuramayacak kadar gariplikler arasında bulabilirsin kendini. Maksat zaten bi’ yerlerde kendimizi bulmak. Sıvadım depresyon hırkası misali giydiğim şeyin kollarını. Balkon buz kesmiş, üşüdüm üzerine afiyet..

Evet diyorum, doğdu güneşim

Bakıyorum da buralar hala dutluk. Bi’ türlü değerlendiremedim tam manasıyla. Ama faili belli zaten; ilgisizliğim. Yazmayı o kadar seviyorken nasıl oldu da bi’ çırpıda anlamadan bıraktım bilmiyorum. Hayır, beni yazmaya iten temel sebepleri eskiden beni okuyanlar hatırlayacaktır. O sebeplere sahip olduğum halde yazmamış olmak da işin asıl can sıkıcı boyutu. Neyse; özlediğim yere, özlediğim şeye güzel bir geri dönüş yapayım dedim. Bu çorak olmayan arazileri de yeşillendirelim tekrardan. Çekin sandalyeyi hele bi’, eee n’apıyorsunuz?

Aslında bu yazıyı ben geçen yıl yazmıştım. 16 Temmuz 2022’de. Yani en azından yazmaya başlamıştım. Ancak ne olduysa, girizgahtaki gibi anlamadan bıraktım yazıyı ve öylece kaldı. Yalnız işin garibi, yazının o günkü taslak haline yaptığım girişi birazdan göreceksiniz; ben hala aynıyım. Sadece bu sefer sebepler farklı… Lafı uzattım, anlatayım artık.

Neden mi?

Yine 4 aylık bir ara ve ben buradayım. Selamun aleyküm. Artık yazmak aklıma geldiğinde yüz bulamıyorum kendimde. Buraya hak ettiği önemi ve değeri göstermiyorum sanırım. Kafama dank ettikçe yazdığımı az çok biliyorsunuz, eski yazılarımda sık sık dile getirirdim. Fakat bunu bir türlü eyleme dökemiyordum. Nitekim bugün yüksek bir kararlılıkla harekete geçmem gerektiğine kanaat getirdim. Yalnız kararlılığım harekete geçmeye kanaat getirmek. Eyleme dökmek değil. Bi’ boşluk bulduğum gibi yaparım dedim ve çok şükür yazıyorum. Neyse, giriş safsatasını geçtiysek başlayalım mı?