Aşkın gözü kör müdür?
Bloga hızlı bir giriş yaparak geri dönüşümü ilan etmiştim. Ancak 3,5 aydır nokta dahi koymamamdan anlayacağınız üzere, bu dönüş de sekteye uğradı. Aslında kafamı toplayamadım. Yazacak çok şeyim vardı, fakat bi’ şekilde sessiz çığlıklarla attım onları zihnimden.
Blogum kendi içinde bir ekole sahip olduğu için, her önüme gelen durumda buraya bi’ şeyler yazmak içime sinmiyor, hatırlarsınız. Bir dürtünün olması lazım. Bu dürtü de genelde bizzat şahit olduğum konular oluyor. Daha doğrusu vaktinde zihnimde yer etmiş, bi’ şekilde teyit edercesine tetiklenen konular. Sıradaki konuya hızlıca değinip başlayalım sohbete.
Yakın zamanda yayınlanan La Casa de Papel’in yan yapım dizisi olan Berlin. Aslında yazının bu La Casa de Blog yazısında olduğu gibi diziyle pek alakası yok. Sadece tetikleyici… Başlayalım.
Geçtiğimiz haftalarda Berlin dizisi yayınlandı bildiğiniz üzere. Sosyal medyada tepki gösterenler gibi, izlerken dizideki bazı durumlara ben de kuruldum. Aşkın gözü kör tamam, biz de yaşadık. Ama bu kadarı olmaz sanırım. Şimdi girizgahta konunun diziyle ilgisi yok deyip o çemberde dolanıyor gibi olmayayım; biz aşktan devam edelim.
Bilmiyorum bana katılır mısınız; gerçekten aşkın ya da aşığın gözü kör müdür? Ya da aşk nedir? Ben aşkın tanımını sonsuzluk olarak yapardım bu seneye kadar. “Aşk bitmez, sonsuzdur; ölümdür, anca ölümle biter” derdim hatta. Eh, her düşünce bi’ şekilde güncellenebiliyormuş. Bende de öyle oldu. Sanırım biten şeyin adı da aşk olabiliyormuş. Şey diyorum, çünkü aşkı salt bir duygu olarak adlandırmak biraz sığ bir düşünce gibi geliyor nedense.
Hissettiğim şey aşksa, ki bana göre öyleydi, gerçekti ve sanırım ölüm olmadan bitti. Yani şu an için. Kader, mukadderat gibi Arapça kökenli bağzı güzide kelimeler ile geleceğe umutla bakmak çok mümkün olmuyor; işin içine mücbir sebepler girince tabi. Al işte, körlük öyle bir bütünleşmiş ki aşkla, bitişinden bile bahsederken insan arafta kalıyor. “Şu an için“miş. Ne bileyim.. Yazarken bile beyinle kalp münakaşaya giriyor.
Bu arafta kalmanın sebebi, tamamen gözün kör olmasından kaynaklı mıdır bilmem. Ben safi sevgi ve bağlılık diyorum yeri gelince. Körlük diyeceksek de; bu aptallıkla bağdaşmayacak bir körlük çünkü, eminim. Koşulsuz ve kayıtsız sevgi, kendinden verme, sonsuz kabulleniş, belki bağımlılık geliştirme de denebilir. Ama zaten bir olduğun, ait hissettiğin yere bağlanmazsan sorun olmaz mı?
Sosyal medyada sıkça duyduğum bir tabir olan alma-verme dengesi biraz etkin rol oynuyor gibi. Yani aslında insan bu dengeyi somut durumlardan ziyade soyut kavramları yaşarken de kurarsa, sanırım taşlar yerine daha güzel oturur. Ama işte şu öz sevgi durumu gibi, kendini seveyim derken işi bencilliğe döken kafalar var olduğu sürece, her kavram kendi içinde bir kargaşaya sebep olacaktır.
Bu dünya ve biz insanların sahip olduğu yaşam, doğum ve ölüm arasındaki bir döngüden ibaret. Yani her şeyin bir sonu elbet var. Fakat sonunu düşünerek hareket etmek, biraz an’da kalmayı ve an’ı yaşamayı zorlaştırıyor. Ön yargı ile yaklaştırıyor insanı an’a. Biz yazar kasa değiliz ki gece yastığa başımızı koyduğumuzda z raporumuzu alalım. Duygularımızla hareket ediyoruz, rakamlarla değil.
Kaçınılmaz bir sonun olduğunu bile bile, hatta lades diyerek sürdürdüğün bir ilişkide dahi “bu nasılsa bitecek, ben şöyle şöyle yapayım/davranayım” demek ile “bu nasılsa bitecek, iyisi mi ben an’ı yaşayayım, an’ın hazzını/keyfini doyasıya tadayım” demek arasında dehşet bir uçurum var. Duygu ile başlayan, beslenen ve yaşayan bir meseleyi, direksiyona “sadece” mantığı oturtarak yürütürsen de kaza yaparsın, körü körüne duygularla hareket edersen de. Oranı koruyarak ilerlemek zor değil. Tabi amacınız ölüme ulaşmak değilse…
Uzun bir aradan sonra bloga dönüşümün şerefine yazdığım bu ilk yazımın sonlarında şöyle demiştim;
“Allah güneşimizin batmasını nasip etmesin, zifiri karanlıklara bizi göndermesin diyelim.”
Batırdılar. Kul eliyle karanlığa yollanıyor gündüzler.
Tan Taşçı ne güzel söylemiş Gayrı’da; “tanrı yazar, kendi bozar”…
P.s: Unutmamalı ki; güneş her akşam, yeniden doğmak için batar.