yalnizlikHer ihtiyarın ya da bize göre ihtiyar sayılabilecek yaştaki adamların çok sağlam klişe olan bir lafı vardır: “kadınları anlayamazsın evlat”. Niye? Aslında haklı gibi. Bir dakika, hazır siz de buradayken size de soralım, niye sizi anlayamıyoruz biz bacım? Nedir sizin derdiniz? Mazoşist olsanız, zararınız kendinize olur. Hayır, zaten sizi köpek gibi seven adamcağızları üzerek asıl zararı kendinize yapıyorsunuz da, o insanları harap etmekten de geri kalmıyorsunuz. Biz severiz arkadaş! Yeri gelir tam şarjın bitecekken girdiğin kafede şarj cihazını takabileceğin  priz yanı masayı sevdiğin gibi severiz; dönerin son lokmasına denk olarak biten ayranı sevdiğin gibi severiz. Biz çok severiz, fena severiz, en çok biz severiz. Ama siz anlamazsınız işte. Komplike sevdalar bizi yaralar sosyete kızı…

Aşk veyahut sevgi, öyle bir şey ki çıkar yolu yok. Kendimizi bilmiyoruz. Bazen demiştim ya, işte o bilmemezlik sevgi ve aşk olunca da baş gösteriyor. Adeta yenilen pehlivan güreşe doymaz misali, her darbe alıp ayrıldığımız ya da vazgeçtiğimiz aşktan sonra yeni kişilere doğru yelken açıyoruz. Yine seviyoruz, seviliyoruz. Bazen karşılık veremiyoruz belki, eyvallah! Ama illa başka biri için arayışa geçeceğiz. Hani bi’ de bir laf vardır, bir kişi doğru insanı bulana kadar birçok aşk ilişkisi yaşayabilir, diye. Demesi o ki, gerçek aşkı bulana kadar birlikte olduğu insanlar tamamen aşk arayışıdır. Birinden yese tekmeyi ya da kendi vazgeçse elbet diğerine koşacak. En basiti otobüs aşkları, kafe aşkları vesaire. Çok rahat, kolay bir göz teması yetiyor. Sonra yandı gülüm keten helva…

Aşk arayışı aslında zorunda olma durumu gibi görünmese de tamamen zorunda olmanın ta kendisi. Baksana arkadaş, kaybetsek de yılsak da bir yere kadar, sonra yine bıkmadan usanmadan koşuyoruz peşinden. Hem de nasıl? Umarsızca, bazen kararsızca, attığımız adımlardan emin olmadan. Ama hiç korkmuyoruz da. Hep koşuyoruz. Gözümüzü de kırpmıyoruz. Cesur yüreklilik mi olur bu, umursamazlık mı, alışmış olmak mı bilemem. Aslında var ya tek bir akıllıca açıklaması var bu durumun. Başka fikriyata dökülecek yol yok gibi geliyor bana. Hep koşuyoruz ya peşinden, kaybetsek dahi… Ya oyunun kendisini; aşkta yenilmeyi, terk edilmeyi, yüzüstü bırakılmayı seviyoruz ya da bunlara o kadar çok alışmışız ki artık bize koymuyor…

P.s: Anlamlı bir ‘kıssadan hisse’ çıkartamadım yazının sonuna ama; sevin be abicim!