kustan-kalpKorkulmaz! Selamun aleyküm… İlk defa destursuz direk başladım yazıya ama başlıktaki sorunun cevabını vererek giriş yapayım dedim. Gerçi bu cevabı pek benimseyememiş olsam da şu sıralar, mevcut durum bu yönde. Ürkmek tadında bir korku da değil bu. Olumsuzluğa alışmışlık diyebiliriz. Müzmin bekar, kronik yalnız ve sevgiden yoksun. Aynı kapıya çıkıyor hepsi benim nezdimde. Düşünüyorum bi’; nasıl seviyorduk? Cevap bulamıyorum. Hadi sevmeyi becerdik, bu sefer kaybetmemeyi nasıl başaracağız? Kaybetmeye alışmışız çünkü bu hayatta. Ya birilerini kaybetmişiz, ya kendimiz kaybolmuşuz. Üstelik hep 1-0 geriden başladığımız yetmiyormuş gibi bir de üzerine mağlup olmuşuz…

Dedim ya kronik yalnız diye, vücut bağışıklık kazanmış tek yaşamaya. Tek hissetmeye ve tek için düşünmeye. Hiç demiyor insan “bi’ adım atıcam, bi’ şey yapıcam ama bu yanımdakini etkiler mi acaba” diye. Çünkü etkileyecek biri yok. Bazı hislerden ve duygulardan da mahrum kalıyorsunuz. En basitinden kıskanılmak ve günaydın mesajı diyeyim, varın gerisini siz düşünün.

Bi’ yerden sonra sevmeyi de unutuyor insan. Yani öyle oluyor galiba. Çözemedim henüz. Ama ne zaman evlilik -yaş yaklaştığından mütevellit- ve herhangi bir flört üzerine düşünmeye çalışsam içimi dipsiz bir kuyu sessizliğinde korku kaplıyor. Sanki kuyuya düşecekmişim de kimse beni bulamayacakmış gibi. İşleyen demir ışıldarken sanırım sevilmedikçe de köreliyor bu meret. Eskiden olsa laps diye otobüste bi’ kıza aşık olurdum. Bazen bi’ yerde birini görüp beğenirdim, sosyal medyada bulup hınzırlıklar yapardım falan. Sizin stalk dediğiniz olay, bizim gençlik çağımızın en özel uzmanlık alanıydı. Hatta lisede bi’ arkadaş bana “interpol musun ulan” demişti. Şimdi gözüm bırak bir güzelliğin gözlerine, yüzüne değdiği zaman bile “lan acaba” ile başlayan zibilyon tane senaryo üretiyorum kafamda. Bir insan kafayı bu kadar kurarak hareket etmemeli.

Bu olay hayattaki diğer branşlara da yansıyor. En basitinden blog yazmayı bırakma noktasına geldim. Yok yani, akmıyor kafadan bir şeyler aşağıya. Gitmiyor hisler parmaklara doğru. Vuramıyorum klavyeye bir adı son nefesime dek haykıracak şekilde. Bu durumu da en iyi şekilde özetleyen bir tweet atmıştı yakın dostum Metin; “Bir yazarın kalem gücü, o eli kalemden önce kimlerin tuttuğuyla ilgilidir” diye. Bi’ aralar vardı tuttuğumuz ya da tutmaya çabaladığımız bir el; o da sebebi oluyordu cümlelerin. Hem o eli kaybettik, hem biz kaybolduk.

Dikkat ettiniz mi bilmiyorum ama başlık yazının ilk paragrafıyla falan bağdaşıyor. Gerisi de avareye estirmek misali. Sanırım tüm yazılarımda böyle oluyor. Ama şu var ki; umurumuzda mı? Kaybettiğimiz benliğimizi bir nebze de olsa satır aralarında bulabiliyorsak ne ala. Varsın, kalemimiz kırılmasın. Sevdikçe yazalım, yazdıkça var olalım…

P.s: Sevgi işine erken yaşta başlamak ya da bu mevzuları erken yaşta bitirmek çok kötü. İyisi mi siz kalbinizden sevgiyi hiç eksik etmeyin…